ERGUVAN MEVSİMİ
Yıl 2002, aylardan Mayıs, güneşli bir
Cumartesi günü…
Dün gibi
hatırlarım babamın o güzel yüzünü,
yüzündeki o tıraş kolonyası kokusunu ve o kokuyu içime çekişimi. Babam; benim
kahramanım, dünüm, bugünüm ve yarınım… Yine o kokuyu anımsatan bir günden kalma
anımız, nadir anılarımız arasında. Biz dört kişilik bir aileydik, şimdi ise üç
kişilik, küçük gibi görünen fakat kocaman bir aileyiz; annem, kardeşim ve ben.
Bizi kocaman yapan ise, babamın yokluğunda bile varlığını hala anılarıyla
hissettirebilmesi.
8-9
yaşlarındaydım, babamla gezmelerimiz meşhurdur. Bir dediğimizi iki etmezdi sağ
olsun. O zamanlar biz Çengelköy/Güzeltepe’de ikamet ediyorduk. O günlere dair
aklımda kalan birçok şey var ama kesin çizgileriyle hatırladığım babamın bizi
yine Hıdiv Kasrı’na götürmek istediğiydi ve ilk kez bu sefer fazla ısrar etmesini beklemeden kabul
etmiştik. Babam tarihe karşı meraklı bir adamdı, severdi bizi öyle eskiyi
anımsatan yerelere götürmeyi. Sanıyorum ki , Türk Sanat Musikisi’ne duyduğu
sevda da buradan geliyor olacak. Babam yine sürünmüştü kokusunu; tıraş
kolonyası kokusu… Yine mis olmuştu benim babam. Her sabah babam, bana ve
kardeşime bir öpücük kondurmadan kahvaltıya oturmazdı; yine öyle oldu. Hepimiz
güzelce hazırlandık ve ardından Hıdiv Kasrı’na doğru yola çıktık. Yolda babam
Hüner Coşkuner’in kasetini taktı ve Hüner Coşkuner’e eşlik ederek ‘ Avuçlarımda
hala sıcaklığın var’ diye mırıldanıyordu. Mırıldanmasına rağmen sesi harikaydı
babamın. Hıdiv Kasrı’nın bahçesine vardığımızda erguvanların sıklığındaki o mor
yoğunluğu göze çarpan ilk unsurdu. Ne de güzel yaratmış Mevlam demeden
geçemezsiniz gördüğünüzde.
***
Hıdiv Kasrı,
tarihçesinde de bahsedildiği gibi birçok oda barındırır içerisinde ve babam bu
odaları teker teker anlatabilecek derecede ezberlemiştir Hıdiv Kasrı’nın
tarihçesini. Bu Kasır’ın odalarında dikkatimi en çok çeken Abbas Hilmi Paşa’nın
yatak odası olmuştu.Odadaki her şey muazzamdı. O odaya çıkan merdivenler dahi
bana fevkalade görünmüştü. Yatak odasında en çok ilgimi çeken, her dolabın
üzerinde ayna olmasıydı. Oda koskocaman olması ve aynaların yoğunluğuyla dikkat
çekiyordu. O yaşların vermiş olacağı şaşkınlık olacaktı ki aynaya baktığımda
yüzümde gördüğüm ifade, ‘Burası yatak odasıysa benimki ne?’ der gibiydi.
Ardından diğer odaları da gezdik teker teker, her bir odanın balkonuna çıkıp
etraftaki manzarayı izledik. Sonunda aşağı kata inip Hıdiv Kasrı’nın
restaurant kısmına geçip oturduk.
Oturduğumuz koltuğun minderindeki pembe dün gibi aklımda. Ne yediğimizi tam
olarak hatırlayamasam da babam her zamanki gibi yine orta şekerli kahvesini
içiyordu. Babam, kahvesini yudumlarken O’nu hayran hayran seyrediyordum. Her
an, ‘Acaba,şimdi ne tepki verecek?’ diye izlerdim o saf bakışlarımla. Tebessümü
bile bir başkaydı babamın.
***
Yıl 2012,
aylardan Nisan, yağmurlu bir Cuma günü…
Annem,ben ve
kardeşim; üç kişilik kocaman ailemiz… Yine
Hıdiv Kasrı’na gitme telaşı,yine yüzlerde hüzünle karışık acı bir gülümseme…
Tek eksik,babam..
Babam; Halil
İbrahim Pinaz,koca reis, artık tıraş kolonyası kokusunu değil dışarıda yavaş
yavaş yağan yağmurun, toprağa karışmasıyla havaya yayılan köyümün toprak
kokusu…
Peki, Hıdiv
Kasrı’nın restaurantındaki koltuğun pembe minderi; babamın derin uykusundaki
yanaklarında beliren son tebessümün rengi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder